Müslüman, yahudi, hristiyan, çingene halkların izlerini bıraktığı rengarenk bir dokusu var Endülüsʼün.
İki yıldır her perşembe saat ikiye beş kala kahvemi hazırlayıp bilgisayarın karşısına yerleşiyorum. Biraz sonra, „Holá“, diye selamlaşmalar, ardından gülüşmelerle İspanyolca dersi başlıyor.
Öğretmenim Diana, Malagaʼda yaşıyor. Arkasındaki panorama pencereden palmiyeler ve kumsal görünüyor. Bense Zürichʼte, hele bu sene ev sahibi ısıtma masraflarından tasarruf etmeye karar verdiğinden beri, kazaklarla ve şallarla oturuyorum. İşte böyle, kedinin ciğere baktığı gibi Dianaʼnın penceresini seyrettiğim bir ders sırasında olgunlaştı seyahat planı.
Malaga
Müslüman, yahudi, hristiyan, çingene halkların izlerini bıraktığı rengarenk bir dokusu var Endülüsʼün. Malaga, İspanyaʼnın güneyinde, Endülüs bölgesinde. Bodrumʼun konumuna denk geliyor. İklimleri de çok benziyor. Aylardan Şubat, hava ideal değil ama hiç olmazsa aşırı turist akını yaşamadık. Şansımıza, pırıl pırıl güneşli bir gündü geldiğimizde.
Biz on günlük turumuza Malagaʼdan başladık. Civarda, pueblos blancos denilen (beyaz köyler anlamına geliyor) dağ köyleri var. Havaalanından kiralık arabayla bu köylerden birine, Frigilianoʼya geçtik. Dağın yamacında kesme şeker gibi evleri, aralarında dolambaçlı sokaklarıyla güzelim bir şehircik. Tertemiz yerler, sigara izmariti bile yok. Bir teras lokantasında paella (taze hazırlanmıs, sebzeli ve deniz ürünlü pilav) yedikten sonra bitirdik günü.
Ertesi gün eşsiz bir doğa harikasını, Nerja mağaralarını, gezme fırsatımız oldu. 1959 yılında bir grup genç yarasaları kovalarken tesadüfen keşfetmiş mağaraları. Sarkıtlarla kaplı devasa tavanı ve galerileriyle masallar dünyasından çıkmış bir saray gibi.
Granada
Bundan sonra hedefimiz Granada. Görür görmez kanınızın kaynayacağı, çok kültürlü mirasını koruyan, bir çok üniversite, okul barındıran, cıvıl cıvıl bir öğrenci şehri Granada. Tapasbarlarında içecek ısmarlayana bedava bir tapa ikramı yapılması da güzel bir gelenek. Akşamları genç yaşlı herkes sokaklara dökülüyor.
Granada, zirveleri karla kaplı Sierra Nevada dağlarının eteklerinde kurulmuş. Uzun süre Endülüs Emevi Devletiʼne başkentlik yapmış. Şehir cazibesini büyük ölçüde bu devre borçlu. Başta, El Hamra (Alhambra) kalesi ve kale içinde nefes kesici güzelliğiyle sarayı ve bahçeleri geliyor. El Hamraʼnın karşısındaki tepeyi de, tarihi müslüman mahallesi Albaicin süslüyor. Arnavut kaldırımlı, kıvrım kıvrım, dar sokaklarında gezerken, hamamlar, çeşmeler, portakal ağaçlı avlular, geleneksel evler arasında şirin bir de lokumcu dükkanı keşfettik.
El Hamra ve Albaicin, Endülüsʼün bir çok yeri gibi UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesiʼnde yer alıyor. El Hamraʼya giriş biletini önceden internetten almıştık. Yoksa buraya kadar gelip giremeyecektik içeri.
Güneş bu arada tamamen kayboldu. Bardaktan boşanırcasına yağmurlu, şemsiyeleri ters döndüren rüzgârlı bir günde saraya doğru yola koyulduk. İspanyolca bilgilerimi denemenin tam zamanı diyerek bir beyefendiye yol sorduk. Doğru gidin, sağa dönün, merdivenlerden çıkın, sonra sola diye tane tane anlattı ve elimizle koymuş gibi bulduk El Hamraʼyı. Ne yazık ki aşırı rüzgâr nedeniyle o giriş kapalıymış. Biraz etrafında dolaştıktan, bu arada tabi sırılsıklam ıslak, girdik içeri. Ama deydi! Rivayete göre, cenneti yeryüzünde yaratma amacıyla yapılmış zamanında.
Yahya Kemal Beyatlı 1929ʼda İspanyaʼda elçilik yaparken El Hamra sarayının güzelliğini şöyle kaleme almış: “Girdikten sonra bir alemden başka bir aleme geçmiş, sanki bir rüyanın ortasına düşmüş gibi gözlerimi kapadım ve açtım, öylesine bir hayret içindeydim. Bu şaşkınlık daireden daireye geçtikçe arttı. Nazar değmemiş bir beyazlık içinde, sülüs bir yazı sarmaşığı gülümseyen bir güzellikle bütün duvarları sarmış; nakışın ve oymanın hudutsuz oyunları, tavanların derinliklerine kadar her tarafı örtmüş, ama her taraf yine de bembeyaz görünüyor.”
Sarayın 700 yıllık sedir ağaçlı bahçesini, şakır şakır yağmurda, ufacık şemsiyemizin altında, benim sağ kolum, eşimin sol kolu sırılsıklam, sonsürat geçtik.
Endülüsʼü anlayabilmek için biraz tarih bilgisi şart. 8’inci yüzyılda, Kuzey Afrikaʼnın tamamını eline geçirmiş, başkenti Şamʼda bulunan Emevi devletinin gemileri, Cebelitarık Boğazıʼnı geçip, İber adasını fethediyor. Endülüs, 750 yılına kadar Emevi valileri tarafından yönetiliyor. Derken Şamʼda Emevi hanedanlığı devriliyor. Sülaleden tek sağ kalan 19 yaşındaki bir prens Endülüsʼe kaçıyor ve kendisini Endülüs Emevi Emri ilan edip Cordoba kentini başkent yapıyor. Bundan sonra Endülüs çok parlak bir döneme giriyor. Cordoba, Bağdat ve Konstantinopel ile birlikte dünyanın en önemli bilim ve sanat merkezlerinden biri oluyor.
Endülüs egemenliği altında yaşayan Sefarad Yahudileri de en parlak zamanlarını yaşıyorlar. 11. yüzyılın başlarında Endülüs toprakları bağımsız devletlere bölünüyor. Bunlar aralarında çatışırken, fırsattan hristiyanlar istifade ediyorlar. Yeniden fetih anlamına gelen Reconquista devri başlıyor. 1482 yılında, İspanyaʼda 781 senelik İslam egemenliği sona eriyor. Bölgedeki hristiyan olmayan halk göçe zorlanıyor. Keşifler için fonlar gerçekleşiyor ve Christoph Colombusʼun Amerikaʼyı keşfi ardından Latin Amerika kolonileştiriliyor. Emeviler devrinde oluşan sanat, bilim, felsefe birikimi sayesinde Endülüsʼte rönesans başlıyor, ardından süslü cepheler, muhteşem katedrallerin yapıldığı barok dönemine geçiliyor.
Biz Granadaʼnın görkemli katedralinin etrafında dolaştık sadece, içine girmedik. İştahımızı Cordoba ve Sevillaʼya sakladık.
İştah deyince: Endülüs, tapas denilen İspanyol mezelerinin ülkesi. Kapak anlamına geliyor tapas. Eskiden, şarap kâseleri kapakla kapatılır, kapağın üstüne de atıştırmalık zeytin konurmuş. Bugün çok zaman karşılaştığınız tapas, kızarmış patates, jamon denilen İspanyol jambonu veya ızgara karides, ahtapot içeriyor. Yanında şarap veya bira içiliyor. Benim, kızartmalar, et ve alkolle pek aram olmadığından, ilkten fazla bir şey anlamadım tapasolayından. Ta ki, Malagaʼda Diana ile buluşuncaya kadar.
Cordoba
Cordobaʼya geldiğimizde, yağmur tüm şiddetiyle devam ediyordu. Akşam, arabayı bıraktığımız park yerinden almaya geldiğimizde suyun ortasında yüzerken bulduk. Neyse, şeker değiliz, kuruduk zamanla.
Cordobaʼnın incisi Mezquita-Katedrali. Eski bir Roma tapınağının üstüne inşa edilmiş cami, onun içinde de bir katedral bulunuyor. Girince ne tarafa bakacağınızı bilemiyorsunuz. 856 sütunun üzerinde duran kırmızı beyaz at nalı kemerli mescit bir tarafta, altın kaplamalı heykeller, tablolarla süslü kilise yanı başında.
Mezquitaʼdan çıkınca, Yahudi Mahallesiʼnin dar sokaklarında dolaştık ve akşamı flamenko gösterisiyle kapattık. Flamenko, zamanında Endülüsʼten sürülen müslüman, yahudi, çingene gibi halkların dans, gitar ve şarkıyla dile getirdikleri acıları, coşkuları, aşk ve tutkularıyla beslenmiş.
Sevilla
Ertesi gün Sevillaʼdaydık. Otobanı bırakıp, zeytin ve çam fıstığı ağaçları arasından geçen yollardan şehre girerken yağmur kesildi, güneş yüzünü göstermeye başladı. Endülüsʼün her yerinde olduğu gibi buranın da sokakları portakal ağaçlarıyla süslü. Dalında bırakılmış meyveler mis gibi kokuyor.
Sevillaʼda katolik etkisi daha ağır basıyor, oryantal miras fazla hissedilmiyor. 1248 yılında Kral Fernado Sevillaʼyı eline geçirince şehrin büyük camisinin kiliseye çevrilmesini buyurmuş. “Öyle bir kilise yapalım ki, gelecek nesiller bizim deli olduğumuzu düşünsün”, demiş. Evet, gerçekten çılgın ve harika bir yapıt. Caminin minaresini çan kulesine çevirmişler. Kulenin adı Giralda. Tepesine kadar tırmanırsanız nefes kesici bir manzarayla mükafaatlandırılıyorsunuz. Katedralin bir köşesinde Christoph Colombusʼun mezarı var. DNA araştırmalarına göre gerçekten orada yatıyormuş.
Sevilla´nın simgelerinden biri “Plaza de Espana”, İspanya Meydanı. 1929 yılında İber-Amerikan Expo Fuarı için yapılmış. Etrafında küçük kanallar, köprüler, duvarlarında İspanya tarihini anlatan resimlerle süslü. Spor yapan, gezen, dinlenen insanlar arasında gün batımını seyrettik.
Tatilin son günleri, Malagaʼya doğru gidiyoruz yine. Cebelitarık yakınlarında, İspanyaʼnın en güney ucundan geçerken yol kenarında bir kahve molası verdik. Manzara nefes kesici. Fas sadece 14 kilometre uzakta, elini uzatsan dokunacakmışsın gibi.
Kahveyi hazırlayan genç öylesine özen gösterdi ki, onu seyretmesi de ayrı bir keyifti. Dışarıda, sisli ufukta görünen Afrika sahillerine bakarak içtik kahvemizi.
Ertesi akşam nihayet bir tapas restoranında buluştuk Diana ile. Kırk yıllık ahbaplar gibi sarıldık birbirimize. Sadece ekranda görmüş olduğun bir insanın karşınızda şekillenivermesi değişik bir his. “Gerçekmişsin sahiden”, diyerek şakalaştık.
O akşam tapasların sırrını da çözdüm. Yemekler elbette çok lezzetliydi. Fakat asıl maksat, arkadaşlarla oturup tapas yerken güzel bir akşam geçirmek. Doya doya yaptık bunu.
Dr. med. Yasemin Schreiber-Pekin
Kadın Doǧum Uzmanı, Psikoterapist