Adı hep romantizm ile tamamlansa da “Aşk Şehri” ya da “Eiffel Kuleli Şehir” olarak nitelendirilse de, Paris denilince hepimizin kafasında bir kaç resim belirir; Eiffel Kulesi, Champs Elysées, Louvre Müzesi gibi…
Öyle bir şehirdir ki Paris, içine düştüğünüz anda sizi sarıp sarmalar, meraklandırır. Ancak onu tanımak, anlamak telaşsız uzun yürüyüşleri gerektirir.
Ben Lyon’dan “Bla Bla Car” kullanarak Paris’e ulaştım, yaptığım en keyifli ve uzun yolculuklardan biriydi. Ben Fransızca bilmesem de arka koltukta sürücü kadının 5 yaşındaki sevimli kızı bana saatlerce Fransızca bir şeyler anlattı bir zaman sonra anlamadığıma ikna olunca oyun oynamaya başladık ve bana birkaç Fransızca kelime öğretti. Varış noktamız aslında kalacağım eve uzaktı ama gideceğim yere kadar bırakma nezaketinde bulundular bende tatlı kıza valizimden hediyelik lokumlardan birini verdim ve vedalaştık. Daha sonra eşyalarımı Couchsurfing evine bıraktıktan sonra kendimi sokaklara attım. Seine (Sen) Nehri kenarında bir tur attım ve nehirin iki kıyısına köprülerle bağlı olan iki küçük ada: Ile St-Louis ve Ile de la Cité, bu iki adayı gezerek Paris’i keşfetmeye başladım. İkisinin de şehir manzarası muhteşemdi.
İnsanın görüp de etkilenmemesi imkansız bir şaheser de gotik tarzdaki Notre Dame Kilisesi. 12. yüzyılda yapımına başlanan ve tamamlanması yaklaşık 200 yıl süren (1163-1345) bu kiliseyi gezdiğinizde Napolyon’un taç giymesini ya da Victor Hugo’yu düşünmeden edemezsiniz.
Notre Dame’ın karşısında bulunan ve mutlaka görmeniz gereken bir küçük dükkan: George Whitman’ın “Shakespeare and Co” kitapevi.
Tam anlamıyla kitaptan kurulu bir dünya. 1950’li yıllarda kurulduğunda kitapseverlerin ve yazarların burada bulunan kitaplardan faydalanarak yazılarını yazabildikleri ya da burada kalıp kitaplarını okudukları bir yer olmuş. Ayrıca Ernest Hemingway’in de en çok uğradığı kitabevi olur kendileri. Günümüzde de bu düzen devam ettiriliyor, bu şirin kitapçıda istediğiniz kadar oturup, istediğiniz kitabı okuyabilmeniz için koltuklar ve hatta kitabınızı yazmanız için daktilo bulunuyor.
Paris, büyük bir kent olmasının yanında gelişmiş metro ağları sayesinde hayatı kolaylaştırsa da ben birkaç kez dışında kullanmamayı tercih ettim. Gideceğim mesafeler uzak bile olsa gezerken yeni yerler keşfetmeyi daha çok seviyorum, o gün de yol boyunca yeni parklar ve pasajlar keşfettim.
Rituelim olan Hard Rock ziyaretimi yaptım ve Montmartre çevresinde yürürken bir anda Paris bana yapabileceği en güzel sürprizi yaptı: “Chipotle“. İlk kez Amerika’da tanıştım kendisiyle, Burrito aslında bir Meksikan dürümü ama dünyanın bir çok merkezi noktasında deneme şansını bize sunuyor, ben Chipotle’den vazgeçmiyorum. İstediğiniz malzemeleri dürüme tıka basa dolduruyorlar, sosları ile inanılmaz bir lezzet, anlatırken bile ağız sulandıracak güzellikte.
Yeni güne kruvasan ve kahveyle başlayıp, Malezyalı bir gezgin ile buluşup Quartier Latin (Latin Mahallesi) bölgesine gittik. Bu bölge 19. yüzyıldan sonra sanatçıların uğrak yeri haline gelmiş. Paris’in en önemli yapılarından olan Panthéon’da burada yer alıyor. Yapıldığı dönemde kilise olarak kullanılmış fakat Fransız Devrimi’nden sonra ünlü Fransızların gömülü olduğu bir anıt mezar halini almış. (Victor Hugo, Voltaire, Jean Jacques Rousseau ve Emile Zola)
Sahip olduğu yapıtlar göz önüne alındığında dünyanın en büyük ve zengin müzelerinden birisi olarak kabul edilen Louvre Müzesi aynı zamanda Dünya’da en çok ziyaret edilen müzeler arasında sayılıyor. O kadar büyük ki tüm detaylarıyla gezmeye kalkarsanız 2 gün süreceği söylentiler arasında. Bizim bu kadar vaktimiz olmadığı için girişte aldığımız müze haritasından en önemlileri belirledik, tabi ki öncelik Mona Lisa’ydı. Bulunduğu salona girince kalabalıktan öncelikle ulaşmanız oldukça zor oluyor fakat ben ilk gördüğümde biraz şaşırdım, daha büyük bekliyordum. Kalabalıktan bunalıp, hemen anı ölümsüzleştirelim ve gidelim dedik.
Eiffel Kulesi, Paris denilince akla ilk gelen ve herkesin görmeden dönmeyeceği bir ikonik yapı. Eiffel Kulesi birçok kişiye göre bir demir yığını olarak görülse de ben yakında görünce bu düşünceye katılmadım. 1889 yılında tamamlandığında neredeyse Paris’in utanç sembolü olarak görülmüş. Hatta dönemin ünlü simaları Eiffel’in görülmediği tek yer Eiffel’in kendisi olduğu için Eiffel’de yemeklerini yemişler, oysa ki bugün Paris’in sembolü.
Kuleye gelince bir süre bakakaldım daha sonra kendime gelince hemen selfieler çekildim bol bol yoksa dövecekler ya beni. Sonra da nasıl çıkacağımı anlamaya çalıştım. Kulenin ayağında bulunan asansörler fiyatına göre 3 aşamada katlara ulaştırıyor bana baya pahalı değildiği için ben merdivenle 2. kata çıktım, 3. kata sadece asansörle ulaşılıyordu Allahtan çünkü nefesim buna yetmezdi sanırım. Ama 2. katta da gayet güzeldi, caddelerin arasının harita gibi açık açık izlenebildiği bir yükseklikte sayısız fotoğraf çektim, muhteşem bir manzaraydı.
Paris’in Montmartre bölgesinde bulunan 3 olmazsa olmaz için tekrar yukarılara tırmandım:”Sacré Cœur Bazilikası”, “Place du Tertre” ve “Moulin Rouge”.
Sacre Coeur, Fransa – Prusya Savaşı (1870-1871) sırasında ölen 58.00 Fransız askerinin anısına yapılan bazilikanın adı da kendisi kadar anlamlı “kutsal kalp”. Günümüzde ise her zaman ziyaretçileri ile dolup taşan ve Paris’i bir başka köşeden keyifle izleyebileceğiniz bir tepe.
Place du Tertre yani Ressamlar Tepesi de Sacre Coeur’a yürüme mesafesinde ufacık ve her zaman canlı bir meydan. Burada oturup keyifle kahvenizi yudumlayacağınız cafeler ve restoranlar bulunuyor.
Moulin Rouge, kırmızı yel değirmeni ve can-can dansı ile Paris’in ikonikleşmiş yapılarından olmayı başarmış, Dünya’nın en eski kabaresidir. Özel şovları ve abartılı kostümleri ile turistlerin her zaman ilgisini çektiği için eğer gitmeyi düşünürseniz önceden rezervasyon yaptırmak gerekiyor. Bulunduğu mahalle Pigalle olarak anılıyor ve Paris’in uyumayan bölgesi de deniyor. Gece kulüplerinin, seks şovların ve seks shopları ile dolu bu bölge hakkında daha önce bilgim olmadığı için Moulin Rouge’a gidene kadar ufak çaplı şok geçirdim.
Paris’te son günüme biraz şanssız başlasam da (kredi kartım kaybolmuştu), keyifli hale çevirmek adına Fransa’nın en büyük ikinci meydanı olan Concorde Meydanı ile güne başlıyorum. Ayrıca bu meydan Şanzelize Caddesi’nin (Champs Elysees) de başlangıcı oluyor, diğer bir ucu da Arch de Triomphe tarafına çıkıyor. Şanzelize boyunca en lüks arabaları, dükkanları ve dünya çapında ünlüleri görebilirsiniz. Bu caddeyi boylu boyunca yürürken Joe Dassin’in Les Champs-Élysées şarkısını dinleyerek keyfime keyif kattım. Yolun sonunda Arch de Triomphe (Zafer Takı), Napolyon’un zaferleri anısına yaptırmış.
Öğle yemeği için “Le Relais de l’Entrecôte” antrikot için Paris’te en iyi seçenek. Menü olarak leziz sosulu antrikot, sınırsız kızarmış patates ve hardal soslu salata oluyor. Fiyatı biraz tuzlu gelmişti o zamanlar ama pişman olmadı, lezzeti unutulmazdı.
Yemekten sonra eskiden tren garı olan Gare d’Orsay, şimdilerde ise 1848-1914 yıllarına ait sanat eserlerine ev sahipliği yapan Orsay Müzesi’ne gittim. Müzede döneme ait resimler, heykeller, eşyalar ve fotoğraflar ile geniş bir koleksiyon bulunmakta. En az Louvre kadar muhteşem övgüleri hak ediyor.
Müze çıkışında kendime ufak çaplı Fransız makaronları turu düzenledim. Makaron konusunda klasikleşmiş “Pierre Herme mi, Laduree mi?” karşılaştırmasına katılmak için ikisine de gidip denedim. Açıkcası Paris’ten önce makaron denilince aklıma gelen tek isim Laduree iken tadım sonrası bu düşüncem kırıldı,
Pierre Herme, yeryüzündeki en büyük Fransız pasta ustası olarak kabul ediliyor aslında kendisi de Laduree ve Fauchon gibi makaronu yaratanların eski ustalarından. Ama bence onlardan farkını yarattığı cesur lezzet kombinasyonları ile ortaya koyuyor işte bu yüzden ben Pierre Hermecilerden oldum.
Pierre Herme’de : Infiniment Rose (Gül&Yasemin), Mogador (Passion Fruit&Sütlü Çikolata) ve Milena (Nane&Ahududu)
Laduree’de : Early Grey (Çay Yapraklı) ve Reglisse (Likörlü)
Birçok çeşit makaron denememin sonucunda asla vazgeçemedikleri sizlerle paylaşıyoruz, şiddetle tavsiye ederim.
Akşam yemeği için Paris’te bir Belçika lezzeti olan Leon de Bruxelles’in Şanzelize şubesinde midyenin türevlerini denedim. Midye sevmeyen bile parmakları yer diyorum, bir de seçtiğiniz yemeğe uygun bira önerileri olan bir menüleri var ki tapılası. Ben hem tencerede hem de tabakta denedim. Soldaki beyaz şarap soslu daha sade lezzet sevenlere, sağdakini ise pesto soslu olması dolayısıyla daha yağlı ve yoğun lezzet sevenlere öneririm.
“Eiffel Kuleli Şehir” anlattıklarımdan ve yaşadıklarımdan ibaret değil tabi ki, sokaklarında kaybolmayı sonuna kadar hak eden bir şehir. Çünkü her yer, her şey, her sokak, her dükkan çok güzel. Bir karakteri, bir ruhu olduğuna yemin edebileceğim kadar güzel.
“Paris is always a good idea” cümlesine yürekten katılan biri olarak, Paris’e gitmeden önce bu kadar seveceğimi aslında düşünmemiştim ama bu şehrin aslında her noktası sonuna kadar keşfedilmeyi hak ediyor.
Sevgilerle…
Paris’te gezileceklerime büyük katkılar sağlayan Buse Ünal‘a sonsuz teşekkürler 🙂
Ege Şahin’in Köşe Yazıları İçin Tıklayın