Amerika maceramda en doyamadığım, en özlediğim; Washington…
Potomac Nehri’nin ikiye ayırdığı bu güzel şehirin en bilinenleri Beyaz Saray ve US Capitol yani Amerikan Kongre Binası.
Gitmeden önce Capitol binasını (Kongre Binası), Beyaz Saray sanarak yaşamış olduğumu belirtmeden geçmek istemiyorum. Bu biraz da medyanın yanıltması olabilir, Amerika ile ilgili haberlerde her zaman bu binayı arka fona alarak haber sunarlar, belki sizde benim gibi olabilirsiniz.
Amerika’da travel günlerimi planlarken 1 haftayı Washington’da geçirme kararı aldığımda herkes şaşırmıştı fakat beni etkileyen müzelerin olmasıydı. Genel bir araştırma yapma fırsatım olmadı, iyiki de yapmamışım diyorum şimdilerde. Oldukça spontane gelişti ve arkadaşımın tanıdığı Koreli Ide, Delaware’den bizi aldı(tabi benim kilo kilo valizlerimi görünce bir şok yaşamadı değil, neyse ki arabaya zar zor sığdık). Yolda bol bol Türkiye özlemimden ve yemeklerden konuştuk. Arkadaşım onlarda kalacaktı, beni de yemeğe davet ettiler, yoldan da Krispy Kreme’e uğradık ve koca bir kutu donat aldı bize, müthişti.
Washington merkeze yarım saat kadar uzaklıkta bulunan Rockville’e, Hubert ve ailesinin diğer üyeleri ile tanışmak için gittik. Daha sonra hep birlikte Rockville merkezde bulunan ve bir Lübnan restoranı olan Lebanese Taverna’ya gittik ve çok özlediğimiz için bize döner ve humus yedirdiler. Büyük ve sıcak bir ailenin yapabileceği en muhteşem hediye bu olabilirdi herhalde. Yemekten sonra orman içindeki tam Amerikan filmlerindeki evler gibi olan bu sıcak ailenin evine misafir oldum. Onlara Türkiye’den hediyelik getirdiğim nazarlık ve türk kahvesini verdiğimde aslında türk kahvesini çok sevdiklerini hatta evlerinde cezveleri olduğunu öğrendim, hep birlikte kahve içtik ve sohbet ettik. Biraz dinlendikten sonra beni Washington merkezde ki otelime götüreceklerdi bu yüzden hep birlikte yola çıktık. Yolda sohbet ede ede gidiyorduk ki ormanın arasından çıktık ve kuş bakışı Washington’ı gördüm, o an Ankara’ya benzettim, daha sonra Potomac nehrini Theodore Roosevelt Memorial köprüsü ile geçtik, ışıklar ve şehrin büyüsüne kapılmıştım bile, o anı unutamıyorum.
Otelimi Booking ile rezervasyon yapmıştım, beni otelimin önüne kadar bıraktılar demeyeceğim tabi ki işlemler bitti, hep birlikte odama çıktık. Ailenin annesi bana bir paket hazırlamış, otelde yemem için meyveler, atıştırmalıklar ve su. Koridor da su için bir sistem yapmışlar, ücretsiz istediğin kadar alabiliyosun, bunu görünce ekstradan sevindim, çünkü su oldukça pahalı. Odamı kontrol ettiler, lobiden aldığımız haritadan bir kaç nokta işaretleyip bana anlattılar ve numaralarını yazıp, ne zaman olursa aramamı söylediler. O an cidden mutluluktan ve hayatın bana sunduğu büyük şanslar için ağlamak istedim. Vedalaştık ve ben hemen odamın keyfini çıkarmaya başladım, oldukça yorgundum. Ama cumartesi gecesiydi, bu fırsatın bir daha gelemeyeceğini fısıldadı bir ses ve hemen hazırlandım. Kameramı aldım ve kendimi dışarı attım. Bir sokak ileri gittim ve bir baktım tabela Beyaz Saray’ı gösteriyor. Sokaklar gece 12 olmasına rağmen cumartesi olması sebebiyle oldukça kalabalıktı, insanları takip ederek en canlı bölgeye, Dupont Circle’a gelmişim. Herkes dışarda eğlencenin keyfini çıkarıyorken benim onları izleyip fotoğraf çekmem bile inanılmaz bir mutluluktu. Yolun sonunda Panera’yı gördüm, bu mekan benim o günlerde yeni yeni keşfettiğim, aşık olduğum mekandı ama kapalıydı. Tam yanındaki Krispy Kreme’e uğradım ve bir soğuk kahve aldım. Bir elimde kahvem, bir elimde makinam ile saatlerce dolaştım. Ara ara duvar kenarlarına oturup eğlenen insanları izledim.
Daha sonra otelime yaklaşırken bir mekandan çıkan kalabalık gördüm ve onları uzaktan izledim. Sanıyorum ki önemli bir davetti, herkesin üstünde eski fransız kıyafetleri vardı, sanki bir filmin içindeydim. “Paris’te bir gece yarısı” filminin DC versiyonunu yaşadım diyebilirim. Gerçekle hayali ayırt edemediğim, yüzünde sürekli ve anlamsız bir gülümsemesi olan bir Ege. Sabah olduğunda odamdaki tatlış kahve makinamdan bir fincan kahvem ve donatlarım ile kahvaltımı yaptım ve yine haritamı alıp çıktım sokaklara.
İlk olarak Beyaz Saray’a uğradım, oradan National Mall denilen bölgede buldum bir anda kendimi. İlk sıradaki Smithsonian Müzelerinden olan Museum of National American History’e (Ulusal Amerikan Tarihi Müzesi) girdim ve bu arada müzelerin ücretsiz olması konusundan kısaca bahsetmek isterim. Ciddi anlamda müzenin ne demek olduğunu gördüğüm o anlarda bir de üzerine ücretsiz internet görünce ve sosyal medyayı kullanamadığımdan hemen gerekli check-inleri ve fotoğraf yüklemelerini tamamladım.
Müzede Amerika’nın tarih sürecindeki yaşam tarzı, paraları, eski Amerikan evleri, mutfakları (meşhur Julia’s Kitchen), arabaları ve daha bir çoğu sergileniyordu. Adeta bir oyun labirenti tadında geçen bu müze favorilerim arasında yerini aldı. Biraz dinlenip, bir şeyler yemek için müzenin içindeki kafeye oturdum. Artık hamburger yemeyeceğim derken bir baktım tepsimde bir hamburger bir de kocaman kek. İnsanları izleyerek, lezzetli yemeğimi yedikten sonra aklıma gelen Capitol Binasına giriş için aldığım randevuyu, Doğu turumda gideceğim düşüncesiyle umursamadım ve spontane şekilde yoluma devam ettim. Hemen yanında bulunan National Museum of Natural History’e (Doğa Tarihi Müzesi) girdim ve öğrendim ki Dünya’nın en çok ziyaret edilen doğa tarihi müzesiymiş. Ayrıca “Müzede Bir Gece” filmini izleyenleriniz hatırlayacaktır, işte filme konu olan o müze. Bu müzede çeşitli bitkiler, hayvanlar, fosiller, mineraller, kayaçlar ve meteorlar sergileniyordu.
Müzenin çıkışının hemen karşısında Smithsonian kalesi bulunuyor, görkemine hayran kalıp bir gideyim, bakayım ne varmış dedim. İçeride bir müze market ve kafe vardı, ufak da bir sergi salonu ama en önemlisi Smithsonian müzelerinin kurulmasi icin butun mirasini bagislayan James Smithson’dan ve müzelerin tarihi hakkında bilgi sahibi oldum ve müzeleri daha iyi anlamamı sağladı. Oradan müze altına altta bulunan yollardan Arthur M. Sackler Gallery’e geçtim. Burası Amerika’nın, Asya’ya özgü en büyük sanat eserleri koleksiyonuna sahip bir müze. Mısır’dan heykeller, tahtadan oyma sanat eserleri, seramikler, Çin’den çeşitli tablolar, sermikler, Kore porselenleri, Japonya’dan paravanlar, İran’dan el yazmasi eserler, Budist heykelleri gibi daha birçok eser sergileniyordu.
5.30’da müzelerin kapanması ile otelime gittim, biraz dinlendikten sonra bir çıkap dolaşayım hem yemek yerim dedim ama tabi pazar günü olduğu için sokaklar bomboştu, her yer kapanmıştı. Dupont Circle’a doğru giderken bir baktım ki dün herkesin önünde kuyruk olduğu mekan, o an adı dikkatimi çekti. Yine kalabalıktı ve açıktı, Shake Shack. Kendisiyle bu şekilde tanıştığımız için olsa gerek hiç sanmıyordum olağanüstü bir lezzet olacağını. Siparişimi verdim ve elime bir cihaz verdiler, önce anlamadım kenara geçip insanları izledim. Cihaz titriyor ve ışıklar yanıyordu ve insanlar yemeklerini almaya gidiyordu. Alınan siparişleri gördükçe birinin tepsisini elinden almamak için kendimi zor tuttum cidden. Neyse ki bana sıra geldi, soslarımı alıp cam kenarına geçtim, kokusu ve lezzeti unutulmazdı, gerçek bir Amerikan burgeri, eti sulu, az pişmiş leziz kokulu…
Daha sonra odama geçtim, dinlendim, Farragut meydanında dolaşan azınlığı, geçen otobüsleri ve arabaları izledim, otelimdeki son gecemde. Sabah olduğunda otelden ayrılma vakti gelmişti, el valizimi lobiye emanet ettim ve Rockville’de kalan arkadaşım ile o gün müzeleri gezmeye devam ettik. Air and Space Museum’a (Havacılık ve Uzay Müzesi) gittik. Türkiye’de benzeri olmayan bu müzeyi ziyaret oldukça eğlenceliydi. Ayrıca farklı ülkelerden insanların paralarını attığı bir kutuda Türk parasını görmek o an duyduğum büyük özlemi daha da katladı. Daha sonra arkadaşımla otelimin altında bulunan metroya doğru gittik ve Couchsurfing ile kalacağım Virginia’da ki eve gidecektim. Elimde çok eşya var diye arkadaşımın kolunda bulunan kameramın içinde telefonum da bulunuyordu ve metro bir anda gelince hemen binmem gerekti, bir anda kendimi attım. Bir durak sonra beni misafir edecek kişiye haber vermek için telefonumu araken farkettim ki yanımda değil, bir an şok içinde ilk durakta indim ve ilk durağa tekrar döndüm. Onun da orda olacağını umuyordum ama o da farkında değilmiş, çoktan gitmişti bile. Şok içinde nasıl ulaşacağımı bilemedim çünkü numarası ezberimde değildi. Metro bekleyen bir bayandan durumu anlatıp kendi numaramı aramasını rica ettim, aradı fakat telefon çekmiyordu, metro geldi ve gitmek zorunda kaldı. Şansımı birkaç kişi ile daha denedim, anlattığıma inanmayanlar oldu, son olarak bir bayan hoparlörü açıp konuşmamı sağladı ve sonra mesaj da attı. Kameram ve telefonum neyse ki geldi ama yaşadığım panik unutulmazdı. Daha sonra Arlington metrosunda tam 4 saat bekledikten sonra mesaiye kalan sevgili ev sahibi geldi ama adamın tipinden aşırı korkmuştum, 4 gün onunla nasıl kalacağımı düşünüyordum. Bana sürekli sorular soruyordu, bakışları çok garipti. Buna rağmen ev beklediğimden kat ve kat iyiydi. Aşağıda kendisi kalıyordu, yukarıda başkalarının da misafir olduğunu söyledi. Yan odada 2 rus kız yarın gidecekti ve ben büyük odaya geçecektim. Ufak anı odasında yerde bir yatak vardı, muhteşem gezi kitapları ve aile fotoğrafları. Biraz onları inceledim uyumadan önce de bir couchsurfing’de ki mesajlarıma baktım ve onaylanmış bir mesaj gördüm, hem de bir Türk’den. Sabah metroya atladığım gibi Metro Center’a gittim ve Au Bon Pain’de kahvaltımı yapıp National Gallery of Art’a (Ulusal Sanat Galerisi) gittim.
Gezerken bir süre sonra sıkılmakla birlikte aslında bolca zamanım olsa yavaş yavaş keyifle gezsem diye iç geçirdiğim bir müze oldu. İçeride Kütahya Çinilerimizin de sergilendiğini görünce yanımda dolaşan turistlere istemsizce “aa bakın bunlar bizim kültür hep” diyerek gözlerimi doldurmayı da ihmal etmedim. Daha sonra haritadan seçtiğim Hirshhorn Museum and Sculpture Garden’a (Hirshhorn Müzesi ve Heykel Bahçesi) doğru gittim ve hayatımın “en” leri arasına girecek müzeyi ziyaret edeceğimi bilmeden içeri girdim. Anlatırken biraz zorlanabilirim, çünkü Hirshhorn’a olan aşkımı hangi kelimeleri seçerek yazacağımı bilemiyorum. Müze, önemli bir modern sanat koleksiyoneri olan Joseph Hirshhorn tarafından kurulmuş ve 1960’lı yıllardan itibaren resim ve heykelden oluşan koleksiyonunun tamamını müzeye bağışlamış. Müzeyi bu derece sevmemin nedenlerinden bahsedecek olursam; müthiş bir mimariye sahip olması, resim ve heykelleri ile inanılmaz eserlerin sergilendiği ve museum shopta bulunan ilginç tasarımlar ve hediyelikler… Her yönüyle eşsiz bir modern sanat müzesi olduğunu düşünüyorum, hastasıyız.
Daha sonra Holocaust Memorial Museum’a (Holokost Anı Müzesi) gittim, yani Yahudi Soykırımı Müzesi, 2. Dünya Savaşı sırasından katledilen Yahudileri hikayelerini fotoğraflar, kısa filmler, soykırımdan kurtulmayı başarmış kişilerle yapılan röportajlar ve nazi kampında ölen kişilere ait eşyaları sergileyerek Holokost’un ne olduğunu en iyi şekilde ziyaretçilerine anlatıyor. Holokost; Nazi Almanya’sı döneminde yaklaşık 6 milyon Yahudi’nin hapsedilmesi ve katledilmesidir. Almanya’da 1933’te iktidara gelen Naziler, Almanların “ırksal anlamda üstün” olduğuna inanıyor ve “aşağılık” olarak kabul edilen Yahudileri Alman ırkına karşı yabancı bir tehdit olarak gördükleri için gerçekleştirdiler. Müzeye girdikten sonra yönlendirmelerle asansöre binerken görevliler elime küçük bir kart verdiler. O dönemde soykırıma uğramış kişilerin kimlik bilgilerini içeren karttaki numara ile müze sonunda bulunan cihazlardan detaylı bilgi alabiliyorsunuz. Müze sonunda insanlık ve vicdan kavramlarını sorgularken, bu insanlık ayıbının bir daha tekrarlanmamasını diledi.
Müze çıkısında Hasan ile buluştuk, güneşin batışını izlemek için Potomac nehrinin kıyısına indik ve daha Georgetown ile tanıştım. Happy Hours’da şirin mi şirin bir yere gittik Pizzeria Paradiso. Güzel bir bira içtim, çok değişik, hiçbir çeşide benzemiyordu. Daha sonra Hard Rock DC’de leziz bir hamburger patlattık, bu sayede domuz etini hamburger ile ilk kez denemiş oldum, övmeye gerek yok. Sonra meşhur Chinatown’dan bir geçmeden olmazdı, vitrinde asılı ördekleri izleyerek Dupont tarafında bir yere eğlenmek için gittik.
Ertesi gün couchsurfing yaptığım evden ayrılarak yine müzelere gittim, öğle saatlerinde Maryland Universitesi’nde arkadaşımın tanıdığı yardımsever dostlarımız Koreliler; kilisede gönüllü çalışan Cindy ve Paul bizi gezdirdiler, Amerika’da üniversite yaşamı hakkında bilgi sahibi olup, iç geçirdim. Daha sonra Pastor Q ile buluşarak; Cindy, Paul ve Daniel ile Kore restorantına gittik, yemek kültürlerini anlattılar, benim gibi lezzet avcısı Paul ve Pastor ile yemeğe başlamadan Instagramda paylaşmak üzere fotoğraflar çekildi, dualar edildi ve inanılmaz leziz yemekler tatdım. Yemek gelmeden önce bizdeki gibi başlangıçlar geldi, mesela Kimchi. Lahana turşusuna benzeyen bir tadı var. Yemekte, deniz ürünleri çorbası ve The Gang Pong vardı. Favorim gang pong oldu ve yemeğimiz bittikten sonra masamıza bir içecek geldi. Koreliler genellikle yemekten sonra hazmı kolaylaştırsın diye “yakult” içerlermiş, bende denedim, bizde ki kefirin tadında biraz daha tatlımsıydı.
Yemekten sonra merkeze döndüm, Hasan ve arkadasları ile onların ritüeli haline gelmiş Froggy Bottom’da litrelik biralardan içtik, sohbet ettik.
DC’de ki son günüme ise hafif bir hüzünle uyandım, kaldığım evdeki odam inanılmaz huzurlu olduğu için pencere kenarındaki mindere oturup, kendime hemen güzel düşünceler aşıladım. Hakkını vererek keyifle gezmem gerektiğini düşünerek enerji aldım ve kendimi yine metroya attım. Metro Center’da inip DC’de ki kahvaltı ritüelim haline gelen Au Bon Pain’e yürüdüm ve muffin kahve ikilisiyle uzunca bir süre sabah keyfi yaptıktan sonra hemen karşısında bulunan, Amerika’nın en büyük kitapçılarından olan Barnes & Noble’a uğradım, çok güzel kitapların ve dergilerin arasında kayboldum daha sonra merkezde ki bir şehir akvaryumu olan National Aquarium’a gittim, giriş ücreti 5$’dı. Müzede belirli gün ve saatlerde canlıları besleme imkanı tanınıyormuş fakat benim gittiğim saatte yokmuş, katılamadım. Bir Baltimore akvaryumu kadar gelişmiş olmasa da fotoğraf çekerken oldukça keyif aldım. sabahı bu şekilde değerlendirdim ve metroya binip Rockville’e gittim. Pastr Q ve Seçil beni metrodan aldılar ve Baltimore’a yolcuğumuza koyulduk. Yolda zaman zaman haddinden fazla yağan yağmura rağmen kısa sürede vardık. Limanda bulunan tanıtım merkezinden bilgileri aldıktan sonra kapalı havaya rağmen etrafta dolaştık ve Cheesecake denince ilk akla gelen Cheesecake Factory’e oturduk. Menüyü karıştırırken bilmediğim çok farklı yemekler ve tatlılar vardı, bir an hepsini yemek istedim fakat Crab cake (yengeç eti ve çeşitli soslarla yapılan, kızartılarak yapılan bir çeşit mücver), Oreolu ve Kirazlı cheesecake ile midemizi fazla fazla doldurduk.
Daha sonra Pastor Q’nun evine gittik ve kızı Abby’i alarak Paul, Cindy, Daniel ve Rachel ile Kore usulü mangal yapan Honey Pig’de buluştuk. Q, siparişleri verdi ve inanılmaz güzel başlangıçları yedikten sonra masanın ortasında bulunan mangala etler atıldı, bizde ki ocak başı ile aynı mantıkla pişen etlerin tadı hala damağımda…
Yemekten sonra Kore marketine gittik, kültürlerinden birçok yiyecek ve içecekleri tanıttılar, yemek çubuklarından ve sevdiğim birkaç atıştırmalıklarından aldım. Q’da ertesi gün Washington’dan ayrılacağımız için bizim Türk usulündeki ki gibi yolda yersiniz hesabı bir dolu şey almış, sağolsun. Ordan çıkar çıkmaz daha yediklerimiz erimemişken Sweet Frog’a gittik. Daha önce Rehoboth’da ki son günlerimde keşfettiğim yer, hayatımda gördüğüm en eğlenceli ve sevimli konsepte sahip yer olarak listemin en başına geçmişti. İçeri girdiğinizde rengarenk bir yerde buluyorsunuz kendinizi, 3 farklı boyutlarda ki sevimli kurbağanın resimlerinin olduğu kabınızı seçtikten sonra aklınızı durduracak çeşitlilikte ki frozen yoğurtlarınızı kendi isteğinize göre kollu makinalardan alabiliyorsunuz daha sonra üzerini süslemek için yine sayamayacağım kadar farklı çeşitlerde soslar, meyveler, şeker süslemeleri ve çikolataları da üzerine döküp tarttırıyorsunuz. Bu aşamalar oldukça eğlenceli geçiyor, yüzünüzde çocuksu bir gülümsemeyle kabınızı doldurup afiyetle yiyorsunuz, benim için olduğu gibi.
Koreli dostlarımızda vedalaştıktan sonra metroya binerek merkeze döndüm ve Türk dostlarımla buluşup yine gece sonu ritüeli olan Froggy Bottom’da bira içtik ve onlarla da vedalaştım. Sabah uyandığımda gitme vakti geldiğini kabullenmek zorunda olduğumu biliyordum, valizlerimi aldım ve metroya gittim. Dupont Circle’da indim çünkü New York’a giden Çin otobüsleri buradan kalkıyor. Biletimi internet üzerinden bikaç hafta önce almıştım. Otobüs saatini beklerken Panera’da bir sabah kahvesi aldım ve yolu izlemek için camın önüne oturdum ve o an hissettiklerimi not defterime yazdım.
“Panera’da hüzünlü bir sabah, kahvem orta boy vanilyalı latte. Önümde Financial Times gazetesi var, biraz biraz kurcalıyorum. Keşke hep burada yaşasam, keyif için sabah kahvemi alıp bu köşede gazetemi okusam, sonra güne devam etsem diyorum, ara ara dışarı bakıyorum. Sevimli bir amca sabahın körünü dinlemeden, metro çıkısında güzel müzikler çalıyor, müziğiyle gelenleri karşılıyor. Çok az da olsa kapı açıldıkça, sesler içeri geliyor. Dinlerken onu hayallere dalıyorum, gerçekleştirmek istediğim büyük hayallerime…”
Bu güzel anıları benimle paylaşan güzel insanlara teşekkür ederim, sizleri ve anılarımı hiç unutmayacağım.
Ege ŞAHİN